top of page

Pandemi Sonrası Mimarlık

Henüz yolun başında olduğumuz için pandemiden çıkarılacak dersler hala belirsizliğini korusa da, COVID-19’un ıssızlaştırdığı tüketim odaklı kentlerimizi ve kamusal alanlarımızı tahminimizden çok daha hızlı bir şekilde yeniden düşünmek ve dönüştürmek zorunda kalacağımız su götürmez bir gerçek. İsrailli yazar ve tarihçi Yuval Noah Harari’nin, 20 Mart 2020 tarihinde Financial Times’ta yayınlanan “Koronavirüs’ten Sonraki Dünya” başlıklı makalesinde vurguladığı gibi, “Hiç değişmeyecek sandığımız köklü sistemlerin saatler içinde değişebildiği ve sonuçlarının hızla görülebildiği bir sosyal deneyin canlı kobayları” gibi miyiz? Bu trajik sosyal deneyle beraber mevcut sağlık, eğitim, sosyal yaşam ve çalışma alışkanlıklarımızın tümünün değişimine mi tanıklık ediyoruz?

Bir süredir çalışma mekanlarını biçimlendiren açık ofis sistemleri, ortak kullanım alanları ve sosyal alanlar, hele ki farklı zaman dilimlerinde çok sayıda kişi tarafından kullanılabilen paylaşımlı ofisler bugün öncelikle kaçınmak zorunda kaldığımız mekanlar haline geldi. Pek çoğumuzun evlerimizden çalışmak zorunda kaldığı bu dönemde, uzaktan ve esnek çalışma sistemlerinin üretken ve sürdürülebilir olduğunun daha geniş kitleler tarafından anlaşılması halinde ofislere olan ihtiyaç azalabilir ve çalışma mekanları mevcut dinamiklere göre yeniden biçimlenebilir. COVID-19’la olan mücadelede kamusal alanlarda bulaşı minimuma indirmek için teması azaltan, hijyeni ön plana çıkartan ve enfeksiyonu tespit eden sistemler, kentleri ve mekanları biçimlendirirken ele alınması gereken yeni unsurlar mı söz konusu olacak? Otomasyon sistemleri, sesle çalışan asansörler, termal kontrol istasyonları ve UV dezenfeksiyon sistemleri gibi teknolojiler, içinde yaşayacağımız bu yeni dünyanın mekansal öncelikleri haline mi gelecek? Bu sayıdaki Dosya sayfalarımızı mimarların ve akademisyenlerin bu sorulara verdikleri yanıtlara ayırdık. (Görsel: Plastique Fantasy tasarımı, doktorlar için mobil kişisel koruyucu alan)

“Bu tip musibetler bize her zaman geriye bakıp, ters giden veya aksayan şeyleri düzeltmek ya da kıymetini bilmediklerimizi yeniden değerlendirmek için fırsatlar sunar. Hayatın her alanında üstelik… Kamusal alanları bir daha düşünmek, mutfak tasarımını tekrar ele almak, ofis mekanlarına yeniden bakmak ve başka birçok potansiyel tartışma ekseni sadece mimarlık alanında bir çırpıda sayabildiklerim…” Evren Başbuğ, Y. Mimar Studio Evren Başbuğ Are you alive?* Bu soru gelmiş geçmiş en iyi bilim kurgu/dramalardan biri olan 2004 yapımı yeni nesil “Battlestar Galactica”nın pilot bölümünde duyulan ilk cümle. İlginç olan ise bu sorunun insan yapımı makinelerden zaman içinde evrilerek neredeyse tamamen insan görünümüne sahip olmuş akıllı bir varlık tarafından doğma büyüme gerçek bir insana soruluyor oluşu. Bize neyin canlı neyin cansız olduğunu ya da gördüklerimiz karşısında bu sınıflandırmanın halen anlamlı olup olmadığını bir çırpıda sorgulatan ve yerleşik algılarımızı yerle bir eden bir gücü var bu sorunun. Salgın günlerinde bu garip duruma dair farkındalığımızı diri tutmak ve önceliklerimizi belirlemek açısından kendimize de sık sık sorabileceğimiz, oldukça faydalı bir soru aynı zamanda. İzleyenler hatırlayacaktır; Battlestar Galactica serisi temelde insan yaratımı bir yapay zeka ırkı olan “cylon”ların insanlığı tamamen yok etmek üzere 12 insan kolonisine karşı başlattıkları topyekün bir saldırıyla açılır. Saldırının başarısının ardında yine insana ait kusurlar ve zaaflar vardır. Kusursuz bir makinenin işleyişi gibi planlanmış zekice bir operasyona şahit oluruz ilk 30 dakika içinde. Tam anlamıyla görsel bir şölendir ekrandaki (Garip ama insan ırkına dair yok oluş senaryoları bana haz veriyor. Bunda da yalnız olmadığımı hissediyorum. Ne yani; bu gezegenin en tehlikeli canlısının göz göre göre gelen kaçınılmaz sonunu izlerken oturup üzülmeli miyiz?). Bu saldırıdan çok az sayıda insan kurtulur ve sonsuz uzay boşluğunda bir çeşit kaçak / mülteci hayatına başlarlar. Yapım izleyiciye dört sezon boyunca, şanslı biçimde bu büyük felaketten kurtulan azınlığın geri dönülemez biçimde değişen hayatlarını, alt üst olan düzenlerini ve rutinlerini, bambaşka dinamiklerin ve her anlamda (yönetsel, ekonomik, sosyal, vs.) kaotik bir ortamın hüküm sürdüğü yeni ve ilginç bir toplumsal durumu resmeder. Battlestar Galactica temelde bilim kurgu sınıfına girse de, insani / sosyal boyutları ağır basan önemli bir postapokaliptik drama örneğidir. Son bir aydır küresel çapta bir virüs tehdidine karşı evlerimize kapandığımız bu izolasyon koşulları altında Battlestar Galactica çok sık aklıma geliyor. Kendi yaşamlarımızda tanık olduğumuz küresel düzeyde insanlığı tehdit eden ve olası sonuçları özelinde anlamlandırabildiğimiz ilk ciddi sorunla karşı karşıyayız (Ortalama insan zekasının iklim krizi, küresel ısınma, bitmeyen savaşlar, insani krizler, kıtlıklar, halk sağlığı sorunları, gittikçe otoriterleşen yönetimler ve en temelde vahşi kapitalizmin yarattığı ekonomik ve sosyal açmazlara dair gözünün önündeki parçaları birleştirecek seviyede olmaması sebebiyle bu tehlikelerin tümü kategori dışı kalıyor). Ayrıca sorunun kaynağının da canlı mı, cansız mı olduğu sorusuna bilimsel olarak net bir cevap verilemeyen bir aktör; bir virüs olması da ironik. Bütün bunlarla birlikte tehditin ciddiyeti karşısında toplumsal hayatta kısa sürede gerçekleşen birçok dönüşüm de Battlestar Galactica ile paralellik kurmamızı kolaylaştırıyor doğrusu. Durumumuz o kadar umutsuz görünmemekle birlikte, bu kriz dünya üzerindeki varlığımızın ve sarsılmaz sandığımız düzenlerimizin aslında ne kadar kırılgan olduğunu bize hatırlatması açısından çok ufuk açıcı. Mesela kendimize şu soruyu sorabilir ve cevabından ürkebiliriz; henüz elimizde kesin bir tedavi yöntemi olmayan COVID-19’a sebep olan virüs, aynı yüksek bulaşma oranında ama çok daha yüksek, örneğin Ebola kadar öldürücülüğe sahip bir virüs olsaydı ne olurdu? Her gün hastanelerde ve evlerde milyonlarca insanın öldüğü, tür olarak neslimizin tükenme olasılığı ile karşı karşıya kaldığımız bir ortamda yine hiçbir şey olmamış gibi evlerimizde organik unlardan ekmekler yapıp kütüphanemizin önünde poz vererek ders anlatabilecek miydik? Ya riskin büyüklüğü karşısında çevrimiçi marketler, gıda tedarik zincirleri, lojistik firmalar ya da daha kötüsü devlet mekanizması çalışamaz duruma gelseydi? Belki bu sefer şanslıyız ama bu olasılıkların aslında çok mümkün senaryolar olduğu gerçeğiyle yüzleşerek başlayabiliriz düşünmeye. Meseleye bu perspektiften bakınca, mimarlığın üzerimizdeki yaşamsal etki alanı (Mesleğimizin etki alanı demişken değinmeden geçmeyelim; kıyamet gelip çattıktan sonra kurtarma yazılısı verirmişcesine girişilen “Bakın biz de insanlığa faydalı bir meslek grubuyuz!” alt temalı, beyhude (ve gülünç) tasarım çabalarına ne demeli? Sanki bu hengamede mimarlara fikirlerini soran varmış gibi…) ve salgının mimarlık ürünleri veya mesleki pratikler üzerindeki olası etkileri oldukça önemsiz ve anlamsız görünüyor. Yine de odağı ve büyük resmi gözden kaçırmadan biraz fikir yürütmeyi deneyebiliriz. Biz son yıllarda giderek artan biçimde kamusal açık alanlar üzerine çalışıyor ve üretiyoruz. Ya da bu ölçekteki işlerimiz diğerlerine göre doğal olarak daha görünür durumdalar diyelim. Kentin açık alanları salgın sonrası dünyadaki olası değişimi gözlemlemek için oldukça iyi bir başlangıç noktası olabilir. Belli ki parklar, kıyılar, sokaklar ve meydanlar en azından bir süre daha boş kalacak. Ama bu durum çok uzun sürmeyecek. İnsan, doğası gereği eve kapanmaya uygun bir canlı değil. Salgın tehlikesi geçtiğinde veya risk azaldığında insanlar belki eskisine oranla daha temkinli davranacaklar ama mutlaka yeniden evlerinden dışarı çıkacak, kamusal alanları dolduracaklar. Kamusal alan, toplumsal yaşantının önemli bir parçası olarak bireylerin sosyalleşmelerine ve karşılıklı etkileşime olanak vermesinin yanında, insanın iç dünyasına açılan bir kaçış kapısı da aynı zamanda. Zaman zaman kentin koşuşturmacasından sıyrılıp kafa dinlemek, bir parkta ağaçların altında ya da deniz kenarında oturup uzaklara dalmak, toprağa değmek ya da sadece amaçsızca yürümek, yürürken hafif hafif esen rüzgarı yüzünde hissetmek, bir yandan kuşların sesini bir yandan yaprakların hışırtısını dinlemek, gün batımında oluşan gölge oyunlarıyla oyalanmak… Bütün bunlar hepimiz için çok temel ihtiyaçlar. Kamusal alan, insanın özellikle kent yaşantısı içinde kaybettiği, doğayla arasındaki bağı tekrar tazelemesine imkan veren eşsiz bir deneyim zemini. Evde kaldığımız bu kısa süre içinde geçmişte sahip olduğumuz birçok şey gibi bu temel özgürlüklerimizin (ve ihtiyaçlarımızın) de ne kadar hayati öneme sahip olduklarını anlamış olmalıyız. Ben salgın sonrasında kamusal alanın hem tasarım hem de kullanım anlamında yeniden keşfedileceğini düşünüyorum. İkinci değinmek istediğim konu, servis sektöründeki olası dönüşümler. Lojistik firmaları altın çağlarını yaşarken, özellikle gıda alanında çalışan işletmeler için önümüzdeki dönemin biraz zorlu geçeceğini hissediyorum. Bunun sebebi ise karantina koşullarında insanların kendi evlerindeki mutfakları yeniden keşfetmiş olmaları. Özellikle salgın sonrasında bizi bekleyen ekonomik daralma ve toplumdaki yeni hijyen hassasiyetleri ile birlikte düşünüldüğünde mutfakta yepyeni becerilere sahip insanların gastronomik tüketim alışkanlıklarının bir miktar değişeceğini öngörmek yanlış olmaz. Bu da zaten çok zor ayakta duran birçok işletmenin piyasadan silineceği, sadece köklü ve işinin ehli işletmelerin sağ kalabileceği anlamına geliyor. Her durumda, bildiğimiz anlamda “yemeğe çıkma” deneyiminin mekansal olarak dönüşeceğini öngörebiliriz. Buna karşılık evin ve özellikle de mutfağın yeniden keşfi, hem mekansal tasarım hem de mutfak odaklı üretim sektörleri açısından hareketli ve yaratıcı bir döneme işaret ediyor. Son değineceğim konu, çalışma mekanları. Esnek çalışma modelleri, salgın öncesinde de dünyada tartışılan, hatta bazı yenilikçi firmalar tarafından halihazırda uygulanan modellerdi. Belirli bir fiziksel mekan gerektirmeyen ya da daha esnek mekanlarda yürütülen çalışmanın çoğu durumda verimi artırıcı etkisi olduğunu ortaya koyan araştırmalar mevcut. Salgın, bu dönüşümü çok hızlandıracak. Hatta risk azaldığında ve hayat normale dönmeye başladığında bir beyaz yaka çalışan krizinin kapıda olduğunu düşünüyorum. Firmaların bunca ay uzaktan aynı verimle işleri yürüten çalışanlarını ofis mekanlarına ve eski lojistik organizasyonlarına geri dönmek için nasıl ikna edeceklerini merak ediyorum. Her durumda orta vadede ofis mekanlarının cazibesinin artırılması gerekecek. Bu da ofis tasarımında köklü bir değişikliğe işaret ediyor. Her metrekarenin satılabilir alan olarak değerlendirildiği mevcut mekansal verim modeli, yerini çalışan verimi odaklı bir modele bırakacak. Bu fazlaca spekülatif ve hayli noktasal öngörülerden sonra yazıyı bitirmeden, biraz geriye çekilip toplumsal yaşamın ve bununla birlikte mimarlık faaliyetlerinin orta ve uzun vadede geçireceği olası dönüşümlere de uzaktan bakmakta fayda olabilir. Bir süredir kent çeperine ve kırsala yoğun bir ilgi olduğu görülüyor. Üretimi, tarımı, ekolojik hassasiyetleri ve sürdürülebilir bir yaşam biçimini teşvik eden bir anlayış gelişiyor. Bunun ilk etaptaki etkisi de doğal olarak kentten kıra doğru bir karşı göç dalgası olarak ortaya çıkıyor. Bu trend yalnızca kent yaşamından bunalan beyaz yakalıların sefil hayatlarını anlamlandırma hevesiyle açıklanamaz. Tüketerek dibini gördüğümüz doğal kaynaklara dair farkındalığın artması, küresel ölçekte yaşanan makro ekonomik daralmanın etkilerinin hissedilmesi, kentlerin ve endüstrinin ekosistem üzerindeki yıkıcı etkilerinin ayyuka çıkması ve insanın doğayla arasındaki bağı yeniden tesis etme arzusu gibi ciddiye almamız gereken daha somut gerçeklik emareleri var bu hareketin ardında. Bütün bunların doğrudan küresel salgınla ilgili olmadığını akılda tutarak mimarlık pratikleri üzerindeki etkileri ile ilgili spekülasyon yapabiliriz. Doğa ile, tarımsal üretim ile her düzeyde (malzeme, strüktür, finansman, kullanım) daha sürdürülebilir ve dengeli ilişkiler kurmayı öncelik haline getiren yeni bir mimarlık pratiği gelişiyor. Bazı durumlarda bu pratiğin bildiğimiz anlamda tüm mesleki ilişki biçimlerini (işverenin tanımı, tasarımcının tanımı, katılım süreçleri, finansman modeli, vs.) de ters yüz ettiğine şahit oluyoruz. Örneğin, İzmir Büyükşehir Belediyesi tarafından geçtiğimiz aylarda açılan “Olivelo / İzmir Kent Çeperinde Ekolojik Ortak Yaşam Alanı Fikir Projesi Yarışması”, konusu itibarıyla bu dönüşümün ilk kez kurumsal düzeyde bir talebe dönüşmüş halini yansıtıyordu. Bu anlamda yalnızca kamu nezdinde değil, özel sektörde de yakın zamanda yatırım alışkanlıklarının değişeceği görülüyor. Zaten gerçekleşmekte olan bu dönüşümün, salgın sonrasında malum sebeplerle daha da hızlanacağını öngörmek mümkün. Ama her şey tahmin ettiğimizin tam tersi biçimde de gelişebilir… Belki de kısa süre içinde bir aşı ya da kesin tedavi yöntemi geliştirilerek COVID-19 tehlikesi bir daha karşımıza çıkmamak üzere bertaraf edilecek. Bu “talihsiz” senaryoda insanoğlu elbette kendisinden beklenen olağan tepkiyi verecek ve sanki bütün bunlar hiç yaşanmamışcasına bir çırpıda eski hayatına geri dönecek. Halbuki bu tip musibetler bize her zaman geriye bakıp, ters giden veya aksayan şeyleri düzeltmek ya da kıymetini bilmediklerimizi yeniden değerlendirmek için fırsatlar sunar. Hayatın her alanında üstelik… Kamusal alanları bir daha düşünmek, mutfak tasarımını tekrar ele almak, ofis mekanlarına yeniden bakmak ve başka birçok potansiyel tartışma ekseni (Örneğin, çevrimiçi stüdyo deneyimini yaşadığımız şu günler, mimarlık eğitiminin yeniden ele alınması için müthiş bir fırsat sunmuyor mu bize?) sadece mimarlık alanında bir çırpıda sayabildiklerim. Bunları gündeme almak ve hayatlarımızı daha iyisine doğru dönüştürmek için COVID-19 gibi tehlikelere ihtiyacımız yok aslında. Battlestar Galactica’nın şanslı (ya da şanssız) mültecileri için yaşadıkları kayıp çok büyüktü. Geri dönecek bir evleri bile kalmamıştı. Halbuki biz şimdilik ucuz atlattık gibi. Önemli olan ise bu şansı nasıl değerlendireceğimiz. (*)Türkçe’ye “Yaşıyor musun?” veya “Sen canlı mısın?” şeklinde çevrilebilir. “Mimarlar olarak zaten bir süredir Sharon Davis, Toshiko Mori, Francis Kere, Alejandro Aravena ve Takaharu Tezuka gibi neo-liberal ekonomik model dışında işler yapmaya çalışan mimarlara daha çok kulak vermekteydik; o yüzden COVID-19’un mimarlık için radikal değişiklikler getireceğini değil, zaten olmakta olanın hızlanmasına neden olacağını görüyorum.”



14 görüntüleme0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör

Mimarlığın Geleceği: Ütopya mı, Distopya mı?

Bilim kurgu filmlerinin ve distopyaların popüler konuları olan yapay zeka, sanal gerçeklik ve robot teknolojileri zaman geçtikçe kurgu olmaktan çıkıyor. Endüstri 4.0 devrimiyle birlikte gelişen nanote

Pandemi sonrası yeni ofis düzenleri nasıl olacak?

COVID-19 salgınıyla birlikte gelen sokağa çıkma yasaklarının azaltıldığı ve sosyal mesafeye uygun olarak normalleşmeye geçilen bugünlerde, ofislere de kademeli olarak dönüşler başladı. Peki, “Yeni nor

bottom of page